Kurban
Âdem ile Havva’nın Rabbe itaatsizlik ettiklerinde, en büyük günahlarının ağacın meyvesini yemek, iyi ile kötüyü ayırt etmek olduğunu düşünmemeliyiz, asıl günah bunun sonucuydu, çünkü bu önce erkeği sonra kadını yaratan Tanrı’nın tasarısının gerçekleşmesine engel oldu. Demek insanın her edimi, örneğin Âdem ve Havva’nın itaatsizliği, okyanusun ortasında, kıyılan insan iradesi denen dev dalgalar tarafından dövülen bir adaya benzeyen Tanrı iradesine engel olabilir. Tam öyle değil, dedi kâhin temkinli bir biçimde, Rabbin iradesi her şeyden önce gelmekle kalmaz, her şeyi olduğu şey kılar, evrenin yaratıcısı ve hükümdarı olan Tanrı’nın iradesi, var olan tüm iradeleri kucaklar, kendisini kapsadığı gibi, bu dünyaya doğan her insanın iradesini de kapsar. Eğer bu doğruysa, diye araya girdi İsa, her insan Tanrı’nın parçasıdır. Ama tüm insanlar bir araya gelse, Tanrı denen sonsuz çölde bir kum tanesi kadar kalırlar.
Kuzuyu göğsüne bastıran İsa, Tanrı’nın neden, sunağa dökülen bir tas sütle, ya da bir avuç buğdayla tatmin olmadığını anlayamıyor, bir canlıdan diğerine aktarılan özsuyunun ya da ebedi ekmeğin ham maddesi olan buğdayın neden değersiz olduğuna akıl erdiremiyor. Kuzusu bugün güneşin battığını görmeyecek. Çok yakında ayrılmak zorunda kalacak, çünkü tapınağın merdivenlerini tırmanmanın, zavallı küçük kuzuyu sanki artık var olmaya hakkı yokmuş, hayat pınarından içtiği için masallarla efsanelerin ebedi gardiyanı tarafından cezalandırılıyormuş gibi bıçağa ve ateşe teslim etmenin vakti geldi. Sonra İsa sinagogun yasasını ve Tanrı’nın sözünü karşısına alarak, bu kuzuyu kesmemeye, tapınağa adaması için ona verilen bu canı bağışlamaya, dolayısıyla aklanmaya geldiği Kudüs’ü, daha günahkâr bir kimse olarak terk etmeye karar verdi.Cezalandırılmaktan korkarak bir an tereddüt etti, ama sonra o korkunç sahne gözlerinin önüne geldi, bir kan denizi, insanoğlunun yaradılışından bu yana kurban edilen tüm kuzuların kanından oluşan bir deniz, çünkü insan bu yüzden gelir dünyaya, Rabbi övmek ve ona kurban kesmek için. Tapınağın merdivenlerinin kanla yıkandığını, sunaklardan taşan kanın üzerine üzerine geldiğini, sonra kan denizinin ortasında kendisini, başsız kuzuyu göğe kaldırdığını gördü. Derin düşüncelere dalan İsa, bir süre ses çıkarmadan ve hiçbir ses duymadan bekledi, ama sonra sessizlik yırtıldı ve kendisini yine dualar, yakarışlar, haykırışlar, ilahiler ve çaresiz kuzuların dokunaklı meleyişlerinin arasında buldu, derken koç boynuzundan yapılan, şofar denen borudan üç kez yükselen donuk ses her yeri sessizliğe boğdu. İsa kuzuyu bohçasıyla gizlemeye çalışarak geri döndü, dar ve kalabalık sokaklardan oluşan labirentte, nereye gittiğini bilmeden ve nereye çıkacağını önemsemeden koşmaya başladı. Nefes almak için durduğunda, kuzey kapısından, yani Nasıra’dan geldiğinde girdiği, Ramah adıyla anılan kapıdan çıkmış, kırlara varmıştı. Yol kenarında bir zeytin ağacının dibine oturdu ve kuzuyu bohçadan çıkarttı.
Zamanla sıradan bir koyuna dönüşen, kulağındaki kesik dışında diğer koyunlardan hiçbir farkı kalmayan kuzu, bu olaylardan üç yıl sonra Ceriko’nun güneyindeki çöllerden birinde kayboldu. Bu kadar büyük bir sürü için tek bir koyunun pek önemi olduğu söylenemez, ama bu sürünün başka sürülere, bu koyunları güden çobanların da görüp bildiğimiz çobanlara benzemediğini unutmamalıyız, demek ki çoban bir taşa çıkıp, daha sürüyü saymadan, Bir koyun eksik, diye bağırabiliyorsa, bu bizi şaşırtmamalı. İsa’yı çağırdı ve dedi ki, Koyunun kayboldu, git ve onu ara, ve İsa, onun benim koyunum olduğunu nereden biliyorsun, diye sormadığı için, bizim de ona sormamızın bir anlamı yok. Şimdi önemli olan, pek az insanın geçtiği bu yolları tanımayan İsa’nın gittiği yeri görebilmek.
Koyun, neredesin, diye bağırıyor, sözler tepeden tepeye geçiyor, Neredesin, neredesin. Ama bu sözlerin yankısı geri gelmiyor, deniz kabuğunun uzayan, uzak sesi duyuluyor, Tanrı, diyor, Taanrım, Taaaaanrıııııı. Sonra sanki biri tepeleri süpürüp atmış gibi, İsa kendini vadilerden oluşan labirentin dışında düz, kumluk bir alanda buldu, tam ortada koyun duruyordu. Yaralı ayaklarıyla, koşabildiği kadar hızlı koştu, ama bir ses onu durdurdu, Bekle. Karşısında yerden duman gibi yükselen, iki adam boyunda bir bulut bitiverdi. Ses bu buluttan geliyordu. Kimdir konuşan, dedi İsa dehşet içinde, aslında cevabı biliyordu. Ses dedi ki, Rabbinim, İsa çöle girerken neden giysilerini çıkartmak zorunda kaldığını anladı. Beni buraya getirdin, benden ne istiyorsun. Şu an için hiçbir şey, vakti gelince her şeyi isteyeceğim. Her şey nedir. Canın. Sen Rabsin, sen bize bağışladığın canı bizden hep alırsın. Başka çare yok, dünyanın fazla kalabalık olmasına izin veremem. Neden benim canımı istiyorsun. Vakti gelince öğreneceksin, öyleyse bedenini ve ruhunu hazırla, çünkü seni bekleyen gelecek şanlı bir gelecektir. Rabbim, ama bir sorum daha var. Bana soru sormayı bırak. Rabbim, sormalıyım. Peki o zaman, konuş. Koyunu kurtarabilir miyim. Bu mu tek derdin. Evet, hepsi bu, kurtarabilir miyim. Hayır. Neden. Çünkü ahdimizin mühürlenmesi için onu bana kurban etmelisin. Yani bu koyunu mu. Evet. Sürüden başka bir koyun seçeyim, hemen dönerim. Beni duydun, ben bunu istiyorum. Ama Rabbim, görmüyor musun, kulağı kesik. Yanılıyorsun, bak, kulağı sağlam. Bu mümkün değil. Ben Rabbim, Rab için her şey mümkündür. Ama bu benim koyunum. Yine yanılıyorsun, o benimdi ve sen onu benden aldın, şimdi de geri vereceksin. Senin isteğin olsun, çünkü sen evrenin hükümdarısın ve ben senin kulunum. Öyleyse koyunu kurban et, yoksa ahit olmayacak. Acı bana Rabbim, burada karşında çırılçıplağım, ne çakım var yanımda ne de bıçağım, dedi İsa, hâlâ koyunun hayatım kurtarmanın bir yolu olabileceğini düşünüyordu, ama Tanrı dedi ki, Eğer bunu çözemeyecek ol saydım, Rabbin olamazdım, al işte. Söz biter bitmez İsa’nın ayağının dibine ağzı parlayan bir bıçak düştü. Şimdi çabuk ol, dedi Tanrı, çünkü yapılacak işlerim var ve bütün gün seninle uğraşamam. İsa bıçağı kavradığı gibi koyunun yanına gitti. Koyun başını kaldırdı ve daha önce hiç çıplak görmediği sahibini güçlükle tanıyabildi, hepimizin bildiği gibi, bu hayvanların korku duyusu çok gelişkin değildir. Ağlıyor musun, dedi Tanrı. Bıçak havaya kalktı, hız aldı ve bir celladın baltası ya da giyotin gibi, ki henüz icat edilmemişti, şiddetle indi. Koyun inlemedi bile. İsa sordu, Artık gidebilir miyim. Gidebilirsin, ama unutma, bundan sonra etinle kemiğinle bana bağlandın. Huzurundan nasıl ayrılacağım. Fark etmez, benim için ön arka yoktur, o yüzden kimse bana sırt çeviremez, ama çoğu zaman senin yaptığın gibi önümde eğilerek geri geri giderler. Söyle bana Rabbim. Derdin ne yine, ne sıkıcı adammışsın. Sürüyü güden çoban, Ne çobanı, Benim efendim, Ne olmuş ona, O bir melek mi yoksa şeytan mı, Bir tanıdık, iyi ama melek mi yoksa şeytan mı. Sana söyledim, benim için ön arka yoktur, şimdilik hoşça kal. Bulut yok oldu, koyun da; sadece yerdeki kan izleri duruyor, onlar da toprağın altına saklanmaya çalışıyordu.
İsa döndüğünde, çoban yüzüne baktı ve sordu, Koyun nerede, İsa dedi ki, Tanrı ile karşılaştım. Sana Tanrı ile karşılaşıp karşılaşmadığını sormadım, koyun nerede diye sordum. Onu kurban ettim. Neden. Çünkü Tanrı oradaydı ve başka seçeneğim yoktu. Çoban değneğinin ucuyla yere bir çizgi çekti, çukur derinliğinde bir saban izi, içinden geçilmez bir ateş duvarı, ve dedi ki, Hiçbir şey öğrenmemişsin, defol git.
Jose Saramago (İsa’ya göre incil)