Sözcük Mahpusları
Birbirimizi anlayamayacağız korkusu ile sözcükleri gereğinden çok fazla kullanıyoruz. Konuşmamanın iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korkuyoruz. Ayrıca, çok fazla konuşuyoruz. Sessizlik bizi ürkütüyor. Sessizliği denetleyemiyoruz. Oysa sessizlikte, sezinlediğimiz ama tanımadığımız dürtülerin, özgürlüğün ve gelişigüzelliğin son noktası saklıdır. Sözcükleri kullanmakla, sessiz dünyaya kendi düzenimizi zorla kabul ettirmiş oluruz. Kendimizi güvende hissederiz. Sözcük kullanmamız, etrafı izleme, bilinmeyeni sorgulama, sözlü tanıma haritası olmayan şeyleri sözcüklerle kodlama eğilimimizden doğan bir gücün işaretidir. Sözcükleri kullanmakla çevremizdeki şeylere sahip oluruz. Sahip olunca da kendimizi güçlü, her şeyi denetleyen bir konumda hissederiz. Aymazlığımızın doruğu da budur işte. Başını kuma gömen deve kuşundan farksız bir durum. Birer yerine konuş şekli olan sözcükler, kendimizi yaşama bırakmaktan alıkoyar, deneyimlerimizin önüne geçer. Sözcükler bizi kör eder. Tüm duygularımızı ve düşüncelerimizi birer sözcüğün içine sıkıştırma yolundaki baskın faaliyet, duyularımız aracılığı ile ulaşacağımız kavrayışı engeller, önünü keser. Böyle duyular, sözcüklere bir yardımcı olarak kullanılır. Sözcüğün anlamını zenginleştirmek için kullanırız onları. Buna karşılık, sözcüklerin, duyuların toplam deneyimini zenginleştirmek için kullanılması pek nadirdir. Konuşma diline öyle alışmışız ki, arabayı atın önüne koşuyoruz. Yapay kategoriler, yaşam deneyimlerinin yerini almış durumda. Tüm duyularımızın toplamından daha yoğun kavramlar, her nasılsa sözcüklere teslim ediliyor. Türümüzün en karmaşık ve en zengin deneyimlerinden biri olan aşkta örneğin, “seni seviyorum” sözcükleri, bakıştan, temastan, kokudan ve aşkı ifade eden çeşitli seslerden çok daha büyük önem kazanmıştır. Duyularımızın ortak yaşanmışlığı aracılığıyla aşkı paylaşmaktansa, ona sözcüklerle sahip çıkmaya çalışıyoruz. Her aşk farklı olduğuna göre (farklı kokular, farklı dokunma biçimleri, farklı psikolojik roller),her aşkta paylaşılan sözcüklerde farklı olur diye düşünüyor insan. Ama hayır! Kalıp sözcükler, yaşadıklarımızdan daha önemli. Ve “seni seviyorum” tümcesindeki totaliter sahiplenme, tüm aşk deneyimlerini standartlaştırıyor. Aşkı nicelleştiriyor. Bu tümceyi aşkı aritmetiğe dökmek için kullanıyoruz: ”Ben üç kere âşık oldum”. Aşkın söz aracılığı ile sahiplenilmesi ve nicelleştirilmesi, aşkın çok renkli ve çok dilli olduğu yaşanmışlığa aykırıdır; onun insandan insana ve deneyimden deneyime değiştiği gerçeğine ters düşer.
Sözcükler aşkı, birbirini dışlayan kategorilere sokar zorla. ”Kimi seviyorsun, onu mu, yoksa beni mi?” gibi bir tümceyle, bir aşk durumunun ille de doğrulanması, sınıflandırılması gerektiği için ne çok insan acı çeker, çıldırır, intihar eder ya da başkalarına acı çektirir. Mutlak birinden biri olmalıdır çünkü. Biri var ise diğeri olmaz. Keşke daha az kıskanıp daha az sahiplensek, standartlaştırmanın kısırlaştırıcı baskısına yüz çevirip, benzersizliğe daha çok değer verseydik. Dikey hiyerarşiyi boşlasaydık. Peki, ya aşkın karşılığı olan hiçbir sözcük olmasaydı? O zaman aşk olmayacak mıydı yani? Aşk duyulmayacak mıydı o zaman? Aşk sözden önce de vardı.
Suskunluk, duyuların yoğunlaşmasına yol açar. İnsanlar arasındaki sessizlik, iletişimin çoğalmasını sağlar. Çünkü sessizliğin içinde, ikimizden ya da üçümüzden daha büyük olan bir şeyi paylaşırız. Sessizlik duyularla algılananların tümünün doruk noktasıdır. Söylenen sözcük, sessizliğe yapılmış bir müdahale, bütünlüğe yapılmış bir tecavüzdür. Sözcükler toplam deneyimimizin küçücük bir bölümünü bulandırır, farklılaştırır, sınıflandırır ve en sonunda onu yeni baştan düzenler. Bu, durgun suya bir taş atıp oluşan halkalar yüzünden suyu bulandırıp açık seçik eskisi gibi görmemeye benzer. Bu bağlamda sözcük taşın kendisidir.
Konuşulan söz totaliterdir. Buyurur. Sahiplenir. Öteki sözleri dışarda bırakır. Ağızdan çıktığı anda hiyerarşik bir ilişki yaratır: Bir konuşan, birde dinleyen vardır. Söz alışverişine dayanan tüm ilişkilerde, birinin ötekine egemen olma durumu vardır. Konuşulan söz, bizzat konuşma eylemi, insanın insana hükmettiği düzenin çok önemli ayrılmaz bir parçasıdır. Sözcükler insanların denetlenmesi ve birbirlerini denetlemeleri için şarttır. Sessizliği ilk kimin bozacağını belirleyen hiyerarşik düzenler vardır. Sessizliği ilk bozan, çoğunlukla, hâkim durumundaki kişidir: “Sana söz verilmeden konuşma!” Karşılıklı konuşma sürecinde, konuşma sırasını, yani hâkim rolü ele geçirmek için, çoğu zaman bir yarışma başlar. “Haklısın”, “anlıyorum” sözcükleri, görüş birliğini doğrulamaktan çok, konuşmayı kesmek ve sözü devralmak için kullanılır. Konuşmadaki güç ilişkisi, toplumsal sınıf, yaş ve cinsiyet farklılıklarını yansıtır. Konuşma eylemi, bütün bu ilişkilerdeki hükmetm,-boyun eğme düzenini güçlendirir. Sömürülen, ezilen kişi, eşitlik sağlamaya çabalarken aynı ilişkiye öykünür, ezenin sözlerini kullanarak onun pozisyonuna sahip çıkmaya uğraşır ve böylece, biçimsel olarak, ezenin yerine geçer.
İnsanı şaşırtan, hayrete düşüren, tedirgin eden şey sessizliktir. Düzenlenmemiş olan şey, sessizliktir. Tehlikeli ve bilinmeyen olasılıklar vaat eden şey, yine sessizliktir. Hayal gücümüzü zenginleştiren, sessizliktir. Deneyimi sözcüklere dökmek, o deneyimden bir şeyler alır götürür. Daha az sözcük kullanmak iletişim kuramadığımızı, birbirimizi daha az anladığımızı göstermez ille de. Daha ziyade, dilin “dışlama” eylemi ile tezat oluşturan bir paylaşma sürecidir bu. Sessizlikte daha çok şey izleyebiliriz. Sessizlikte geçmişi, bugünü ve geleceği görürüz. Konuşma sırasında, her şeyi zaman içine ve genellikle de içinde bulunduğumuz ana oturturuz. Konuşmak “geçici bir ölümsüzlük” peşinde boşu boşuna koşmaktır. “Ben varım ”çığlığıdır” bu.
Konuşmak da bir deneyim biçimidir. Ama ille de sessizliğin yerini tutması gerekmez. Sözler gereklidir, ama bir düzen duygusu vermek için değil. Sessizlik sözlerin yokluğu demek değildir. Doldurulması gereken bir boşluk değildir o. Sözcükler, deneyimleri artırmak içindir, onları sınırlamak için değil. Çok boyutlu, çok duyumlu deneyimimizi tek bir sözcüğe indirgediğimiz anda, bizi çevreleyen sonsuz zenginliği bozmuş, insanoğlunun hayal gücünü iğdiş etmiş ve totaliter bir düzeni zorla kabul ettirmiş oluyoruz.
Dünyayı sözcüklere tutsak ettik. Bu süreçte biz de kendi sözcüklerimizin tutsağı olduk.
Gündüz Vassaf
Seçme Özgürlüğü
Daha çok seçme olanağımız var, bu yüzden daha çok özgürlüğümüz var. Hayır. Böyle değil. Özgürlüğün esası, bir nesneyi, bir kişiyi, bir düşünceyi ya da bir çiçeği bir diğerine tercih etmek değil. Özgürlük, hiyerarşik bir düzene ya da karşılıklı dışlamaya doğru götüren bir eylem de değil. Özgürlük bir reddetme eylemi değil. Daha çok bir kucaklama, içine alma eylemi. “Seçme özgürlüğü” bir kavram olarak özgürlük durumuna aykırıdır. Özgürlük, “ya bu ya da şu” değil, “ya hep ya hiç” ya“da bir büyüme genişleme eylemidir daha çok.
Genelde belirli bir yapının sınırları içinde ele alınan biçimiyle bir seçme özgürlüğünden söz etmiyorum. Özgürlük insanın belli bir eylemde, belli bir düşüncede derine inebilme kapasitesidir (tabii, yine de başkalarının özgürlüğüne zarar vermeden). İnsanın sonuncu boyuta, “n” boyutuna dek kovalayabilme arzusunun ve yeteneğinin bir yansımasıdır. Neyi kovalayabilme? Canı ne istiyorsa onu. Özgürlüğün kullanılması, her şeyi içine alan bir sevgi eylemidir. Acı da ona eşlik eder: Anlaşılmazı anlamaya çalışmanın acısı.
Özgürlük ne ortaklaşa seçilen bir nesne gibi paylaşılabilir, ne de iki kişi özgürlüklerini aynı biçimde kullanabilir. İki insan aynı şekilde özgür olamaz. Özgürlüğün ruh hali her insana göre değişir. Çoğumuzun sıkı sıkıya tutunmayı başaramadığı, kolayca avucumuzdan kaçıp giden bir ruh halidir bu. Özgürlükten korkarız; bizi nereye götüreceği düşüncesi ürkütür bizi. Bu yüzden, sözümona seçme özgürlüğünü yeğleriz. Bizimle aynı şeyi seçen başkaları da varsa, ki her zaman kaçınılmaz olarak vardır, o zaman biz de özgürlüğümüzde kendimizi güven içinde hissederiz. Öylesine özgür değiliz ki, özgürlüğümüzde bile başkaları tarafından doğrulanmak isteriz. Milyonlarca kişi, aynı bayrağı dalgalandırarak ne denli özgür olduğunu ilan eder. Seçme özgürlüğümüzün yapısı bize öyle bir alan yaratır ki, burada ne yârdan geçeriz, ne serden. Bu yapı içinde özgürlük belirli seçimler halinde standartlaştırılmış, sonunda taraflar ortaya çıkmıştır. Özgürlükle standartlaştırmanın birbirine taban tabana zıt olduğu apaçıktır; tıpkı özgürlük ve güvence kavramları arasındaki tezat gibi. Güvence totaliter toplumun bir özelliğidir; onun içinde, devletin kudreti ve “anaerkil gözetimi sayesinde kendimizi güven içinde hissederiz. Oysa özgürlük, belirsizlik demektir. Özgür yaşamak, bilinmeyene yolculuk yapmak demektir. Bu anlamda özgürlük, bir doğrulama niteliği de taşır. Bireyin, sonsuz sorgulama potansiyelini, sonsuz bir arayış içinde olmasını, sonsuz sayıda düşünceyi ve deneyimi, sonsuz farklılıktaki bileşimler içinde bir araya getirme/dışlama potansiyelinin doğrulanmasıdır. Özgürlük, özgürlüğün doğrulanmasıdır.
Gündüz Vassaf
Şu sihirli “an”
O saniyeyi beklersiniz. Hayat boyu ulaşmak istediğiniz, hazırlandığınız o biricik ‘an’ı.
İnsanoğlu Ay’a ayak basıyor. “İnsan için küçük, insanlık için dev bir adım.” Böyle diyor astronot, ayak bastığı ‘an’da. Olimpiyatlarda altın madalya kazanıyorsunuz, tören yapılıyor, milli marş çalınırken gözleriniz doluyor. Sevişiyorsunuz. Venedik’i ilk kez görüyorsunuz. Ölümü hazırlayamazsınız. Hayatı hazırlayamazsınız. Onlar öylesine, olduğu gibi gelir. Hayattan bir ‘an’ı soyutlayamazsınız. Hiçbir şey o ‘an’a bağlı olamaz. Her şey sürecin bir parçasıdır.
Geçmişteki süreçlerden belirli ‘an’ları koparıp, geçmişte çok mutlu ya da çok mutsuz olduğumuza karar veremeyiz. Geçmişte yaşanmış ‘an’lardan hatırladıklarımıza dayanarak yeniden kurulan şey, hapishaneden farksızdır. Hayatı dışarıda tutan bir kaledir o. Belirli ‘an’ların, görüntülerin, yüzlerin gelmesini bekleyerek geleceği de kuramayız.
Hepimiz, belirsizce belirlenmiş bir sürecin parçasıyız. Sürer gideriz. Kimi zaman akıntıyla birlikte, kimi zaman akıntıya karşı kürek çekerek. Kimi zaman direnir, boğuluruz. Kimi zaman yorgun düşeriz, çıkarız sudan. Boğulsak da, suyun üstünde de kalsak, önemi yok. Hepsi yaşam çünkü.
Sudan çıkmak dışında.Ama sudan hiç çıkılmaz. Kıyı diye bir şey yoktur. Tek kıyı, intihar. O da yaşamın bir parçası mı? Bir ‘an’ın dondurulması değil mi o da? Bütün o yaşam geçmiş, şimdi ve gelecek intihar eyleminin o bir tek ‘an’ı içinde dondurulmuştur. Neden? O ‘an’ abartılmaktadır da ondan. O ‘an’ın, hayatın belirlenmesinde totaliter bir gücü vardır da ondan. An’lar yoktur. Zaman var (mı) dır? Sonsuza dek hızla akıp giden yaşam vardır. Yaşam sürüp gider... gider... gider. Yaşam sürer. Biz de sürüp gideriz. Bir şeyler her zaman sürüp gitmiştir ve bir şeyler daima sürüp gidecektir.
‘An’lar yaşamın akışını durdurur. Yaşamı durdurur. İnsan ormandaki kuşları işitmek için durup dinlememeli. Durup dinlemeden işitmeli okyanusun kükreyişini.
Sevişin. Yorum yapmadan. Kayıt kuyut koymadan. O ‘an’ın huzuruna kabul edilmeyi beklemeden öpüşün. Yürüyün, yürüyün, yürüyün. ‘An’ı beklemek için durmayın. ‘An’lar, zaman içinde geri götürür sizi. İçinde bulunduğumuz ‘an’ı dondurarak geçmişe kaçarız. O ‘an’ı, şimdiyi dondurarak, geçmişin bir parçası haline geliriz. Zamanla birlikte akın, durmadan yürüyün.
Bir sonraki ‘an’ı beklemeyin. Bir sonraki ‘an’ diye bir şey yok. Sonra diye bir şey yok. Akış sürer gider. ‘An’ın parçası olun. Her ‘an’la birlikte yaşayın. Böylece kaldırın ‘an’ları. Hiçbir ‘an’ olması gerektiği gibi değildir. Şöyle olsaydı, böyle olmalıydı diye düşünmek anlamsız. ‘An’ları düzenleyemeyiz. Yaşamları düzenleyemeyiz ne kendimizinkini ne de başkalarınınkini.
İnsanı mutlu etmesi gereken bir ‘an’ yoktur. İnsan mutlu bir ‘an’ sipariş edemez ne geçmişten, ne de gelecekten.
Trajedi diye bir şey yoktur. Trajedi kavramımız totaliter beklenti ve siparişlerin sonucudur. Trajedi totaliter bakışımızın bir yansımasıdır.
Yaşamda belirli ‘an’ları beklemekle, bu ‘an’ları hak ettiğimizi, bunlara hak kazandığımızı düşünmekle, totaliterleşiriz.
Beklediğimiz şey olduğunda bundan nasıl keyif alacağız o zaman? Olan şey, daha önceden bize söylenmiş, istenen ve beklenen bir şeyse bundan ne zevk alınır ki? Sipariş vermenin ne zevki olabilir? Peki bu şey ya olmazsa (ki genellikle olmaz) o zaman şansa ve kadere sövmek, kendimize sövmek, onu bunu suçlamak, “anam beni hiç doğurmasaydı keşke” demek, Tanrı’dan yardım dilemek, neden şöyle olmadı, neden böyle olmadı diye dövünmek niye? İstenen şey olmadığında, o ‘an’ beklendiği gibi çıkmadığında, hayal kırıklığı niye? Hiçbir şey olmadığı anlamına gelmez ki bu.
Çok önemli dediğimiz kararları almak için uzun uzun düşünüp taşınırız. Arkadaşlarımıza, akıllı insanlara danışırız. Simgelerden ipuçları çıkarmaya çalışırız. Kahve falına, tarot falına baktırırız. Kararsızlık içinde oradan oraya savruluruz. Çoğu zaman, biz böyle yalpalayıp dururken karar verme gerekliliği kendiliğinden ortadan kalkar. Ya da bir bakarız ki kararı bizim yerimize başkası vermiş. Kimi zaman bir türlü bir karara varamayız, kimi zaman da sağlam oynayıp orta yolu seçeriz. Bazen de alırız o önemli kararı, ama çok geçmeden onun tam tersi bir karara varırız.
Hayatlarımızı düzenlediğimizi düşünmek, totaliter bir davranıştır. Yalnızca hayatımızı düzenlediğimiz gibi yanlış bir düşünceye kapılmakla kalmıyor, bir de üstelik sevinçleri düzenlemek, kendimiz için en mükemmel koşulları planlamak gibi kibirli bir yol tutuyoruz. Bütün bunlar, yaşamDAN istediğimiz şeyler. Neden bu terim “yaşamDA” istediğimiz şeyler değil? Neden yaşamdan? Çünkü ‘an’ları soyutluyoruz. Yaşamlarımızı bir boşluğun, soyutun, yaşamsız lığın içinde kurmaya Ve, “orada uzakta” bulunan yaşam ne zaman işin içine karışsa ,kendini gösterse kaderimize küfrediyoruz.
Planladığımız şey gerçekleştiğinde, o durumu biz yarattık sanıyoruz. “Ben yaptım, oldu,” diyoruz. Olan şey mutlaka beklenen şey değildir. Hiç beklemediğimiz bir şey bizi sevindirebilir. Beklediğimiz bir sevinç de bizi hayal kırıklığına uğratabilir.
Neyin kime neyi nasıl ne zaman nerede yapacağını bilemeyiz. Planlar, programlar yapabiliriz, ama yaşama sahip çıkamayız. Yaşamımızın hâkimi değiliz. Kimse değil. Kader diye bir şey de yok. Kısmet de yok. Yaşamı denetim altında tutan kimse yok. Tutmayan da yok.
Süreç akıp gidiyor. Biçimlendirerek ve biçimlenerek.
An’ın yaratılması, beklenmesi, aynı zamanda totalitarizm ‘an’ıdır. Ölüm ‘an’ı. Beklentimiz içinde yaşamı öldürürüz. Beklentimiz içinde kendimizi öldürürüz. Öldürürüz, çünkü istediğimiz gibi olmamıştır.
İstediğimiz gibi olmadı diye öldürdüğümüz nedir?
Çocuklarımız istediğimiz gibi olmadı diye onları zihnimizde öldürürüz. Oğlan yerine kız oldu diye. Hiç istenmediği ‘an’da oldu diye. Beklenen ‘an’ın imajı içinde öldürürüz onları. Onları beklentimiz uğruna öldürürüz.
İnsanlar neden çocuk sahibi olur? Mutlu olacaklarını sandıkları için mi? Çocuk sahibi olmak mutluluktur, öyle mi? Hayır! Çocuksuz mutlu olmayan kişi, çocukla da mutlu olamaz. Bir başka insanın sırtından mutluluk talep etmeye hakkımız yok. Mutluluk her yerdedir. Ancak her yerde mutluluğu bulan kişi bir çocukla da mutlu olabilir.
Nice babalar oğullarını ve hatta kızlarını kendileri gibi olmaya zorlamışlar, onları kendi kafalarındaki kalıba dökmeye çalışmışlardır. Ve çocukları ömür boyu, ya bu beklentileri yerine getirmek ya da onlara başkaldırmak için didinir. Yeter! Ortada yaşam var. Yaşam, her türlü beklentiden önce gelir. O her şeyin üstünde. Yaşam bizimle bir. Biz de onunla biriz.
Yaşama buyuruyoruz çünkü onu düzenlemeye çalışıyoruz. Yaşamı öldürüyoruz çünkü onu düzenleyebileceğimizi sanıyoruz.
Hayır, düzenleyemeyiz. Ama yaşama açık olabiliriz. Yaşam hakkındaki duygu ve düşüncelere açık olabiliriz. Kendimizden ve türümüzden yine de hayal kırıklığına uğrayabiliriz. Ama olsun, yaşamla gelen duygu ve düşünceleri sonuna kadar yaşayalım. Yaşamdan beklediklerimize ilişkin duygu ve düşünceler onların önüne geçmesin.
Gündelik yaşantımızda, beklentilerimizle yaşamın getirdiği ya da getirebileceği şeyler arasında bir çatışma yaşarız çoğu zaman. “Bunu yapmayı çok isterdim, ama hiç vaktim yok.” Bu cümleyi kim bilir kaç kez söylemişizdir.
Zamanın görece olduğunu kavramak için Einstein’ı ve 20. yüzyıl fiziğini hatmetmiş olmamız gerekmiyor. İstemediğimiz kadar zamanımız var ve hiç zamanımız yok.
Her gün, beklentilerimizi ön planda tutan yapılar inşa etmeye ve bunları ayakta tutmaya çalışıyoruz. İnsana kişiliğini, azim ve kararlılığını, gelişme potansiyelini gerçekleştirme fırsatını işte bu beklentilerin verdiği söyleniyor.
‘An’ın içinde kaybolun. ‘An’ı yaşayın. Ama ‘an’ı yakalamaya çalışmayın.
Yaşamlarımızda sihirli ‘an’lardan oluşan bir sirk kuruyoruz. Yaşamlarımız, her olayın bizi sihirli bir ‘an’a götüreceği umuduyla yaşanan bir olaylar dizisi. Sihirli ‘an’ı kutlama törenleri yapıyoruz.
Sihirli ‘an’ ritüelleri: Doğum, bir sihirli ‘an’ törenidir. Düğün de bir sihirli ‘an’ törenidir. Zifaf gecesi, karı kocanın, iki sevgilinin bir arada geçirecekleri ilk gece, bir sihirli ‘an’ törenidir. Törenlerin provasını bile yaparız önceden.
Okula başladığımız gün sihirli bir ‘an’dır. Mezuniyet sihirli bir ‘an’dır. Ölüm sihirli bir ‘an’dır. Kurtulacağımız günü, hatta cennete kavuşacağımız ‘an’ı bekleriz.
Bütün sihirli ‘an’lar üzerimizde yeni baskılar kurar. Bütün sihirli ‘an’lar baskıcıdır. Bunların sevinçlerinde, neşelerinde bile baskı vardır. Çünkü önceden provaları yapılmıştır. O ‘an’ çok mutlu olacağımız beklentisi içinde sihirli ‘an’ın yolunu gözleriz. O ‘an’da bütün dertler, bütün sıkıntılar bitecektir. O ‘an’da hayat yeniden başlayacaktır. Sihirli bir ‘an’a yaşamda yeni bir başlangıç gözüyle bakılır. Sihirli ‘an’ sırasında nasıl olacağımızı en ince ayrıntısına kadar tasarlarız. Sihirli ‘an’ı yıllarca düşleriz. Gelin adayı bilmem kaç yaşından itibaren düğün gününü, kocasını, beyaz atın üstündeki prensini düşünmeye başlar. Gelecekteki sihirli ‘an’ların hayalini kurarız. Bunlar bizi hayat yolu üzerinde belli bir noktaya doğru götürseler bile, bir yandan da yaşamın ayağımızın altından kayıp gitmesine yol açarlar. ‘An’ları beklerken yaşamı elimizden kaçırırız. ‘An’ları beklerken yaşama karşı körleşiriz.
Toplumdaki tüm iktidar yapıları, güçlerini ve meşruluklarını büyük ölçüde bu sihirli ‘an’lardan alırlar. Din bunların en başta gelenidir. Dinsel hiyerarşi, gücünü ve halk üzerindeki denetimini pekiştirmek için bu sihirli ‘an’lara ihtiyaç duyar. İnsanlar ancak dinin kutsamasıyla sihirli ‘an’ları yaşayabilirler. Doğum, evlilik, sünnet, ölüm, vaftiz gibi yeryüzündeki yaşamın kilit noktaları olan bütün bu sihirli ‘an’lar, dinin gözetimi altında yaşanır ve gerçekleştirilir.
Parlamentolar, meclisler, ‘an’lık kararların ebedi olduğuna inanırlar, inandırırlar. Kararlarının ilan ediliş biçimi, kararın içeriğinden daha çarpıcıdır çoğu zaman. Sihirli ‘an’ törenlerinin sahne amirliğini de zaten yönetenlerin bizzat kendisi yapar.
“Sihirli ‘an’ların sırtından geçinen bir endüstri vardır. Yemek sağlayan şirketler, smokin kiralayanlar, doktorlar, müzisyenler, papazlar vb. geçimlerini sihirli ‘an’lar sayesinde kazanır, bu ‘an’lar sayesinde kâr ederler.
Egemen güçler, yapılar ve sosyal kurumlar güçlerini bizden, bizim sihirli ‘an’ arayışlarımızdan, bu ‘an’lara duyduğumuz bitmez tükenmez özlemden alırlar.
Tarihteki her yeni ideoloji, devrim ve iktidarla birlikte, bütün bu sihirli ‘an’larımızın ütopik bir biçimde topyekûn gerçekleşmesini bekleriz. İşte bu rejimle (Fransız, Sovyet, İslam devrimleri) nihayet her şeyin mümkün olacağını, her şeye yeniden başlayacağımızı, yaşamın tazeleneceğini ve artık o beklediğimiz ‘an’a kavuşacağımızı sanmışızdır hep.
Oysa erişebildiğimiz tek şey, ‘an’ma günleri ve zafer törenleridir. Devrim yönetimleri, bir yandan insanı ilerlemeye götüren o uzun yoldan, yüce dava uğruna yapılması gereken fedakârlıklardan dem vururken, bir yandan da geride kalmış olan o sihirli ‘an’ı unutmamamız için her şeyi yaparlar. Kahramanlarla, şarkılar ve türkülerle, devrim öyküleriyle yıllar yılı o sihirli ‘an’ı yeniden yaşarız. Geçmişin devrimi, şimdinin yeni totaliter iktidarı, varlığını haklı göstermek için sihirli ‘an’ı kullanır.
Zamanı ilk hesaplayışımız, ilk takvimlerimiz, ayların ve mevsimlerin geçişini anlamamıza yardımcı olmak ve böylelikle gel-git olaylarını ve selleri, ne zaman ekin ekeceğimizi, ne zaman kışlık erzak depolayacağımızı, yaz sıcaklarının ne zaman geleceğini bilmemizi kolaylaştırmak için kullanılırdı. Aradan geçen yüzyıllar içinde zamanın geçişini hesaplamak için gitgide daha duyarlı aygıtlar geliştirdik; o kadar ki, bugün saatin üstündeki saniye kolunun bile farkındayız. Zamanı gün, saat, dakika ve saniyelere bölüp nicelleştirerek gündelik yaşantılarımızı düzenlemeye ve yönetmeye çalışıyoruz. Ama bunun sonucunda ne oluyor? Takvimlerle önceleri doğanın ritmini gözlemlerken, bu yüzyılda, kendimizi gözetim altında tutmak için kullanıyoruz saatlerimizi. Ne zaman yataktan kalkacağımızı, ne zaman yemek yiyeceğimizi, ne zaman yeniden uykuya yatacağımızı kol saatleriyle, duvar saatleriyle belirliyoruz. Öğle yemeğini acıktığımız için değil, saat on iki olduğu için yiyoruz; uykumuz geldiği için değil, geç olduğu için yatıyoruz; çalar saatin alarmıyla (evet alarm durumuyla!) uyanıyoruz, doğal bir şekilde uyanacak yerde. Yaşamlarımızı kol ve masa saatlerine, saatlere ve dakikalara göre düzenliyoruz.
Kendi zaman ölçme sistemimizin tutsağı olduk. Sihirli ‘an’ mitosunu da işte bu hapishanenin hücrelerinde yarattık. Sihirli ‘an’, hayatımıza sessizce nüfuz ederek sürüp geçen zamanın, ‘an’sızlığın karşı-tezidir. Özgürlük, ebediyet ve sonsuzluk duygusundan, zamana bağlı olmamaktan, ‘an’ın tutsağı olmamaktan, o aldatıcı sihirli ‘an’ı bir kurtarıcı gibi görüp beklememekten kaynaklanır. Zamanın olmadığı yerde özgürlüğü duyumsayabiliriz ancak.
Gündüz Vassaf