İnsan Aklının Esareti
Esaretin üç şeklinden bahsedile bilir.
Birincisi toplum içinde esarettir ve sınıf farklılıklarına dayanır. George Orwell’in 1984 adlı romanında toplumun üç zümresinden bahsedilir Üst sınıf toplumu yönetir, kaynakları ve alt sınıfları sömürür. Orta zümre bu durumdan rahatsızlık duyar ve üst sınıfın haklarını ister. Alt sınıf ise zorlukla hayatta kalan, günlük hayat savaşı veren ve bu savaşım dışında pek az şey ile ilgilenen veya düşünen sınıftır. Özgürlük savaşçısı olan orta sınıftır, tarih boyunca alt sınıfı da yanına alarak üst sınıfı yıktığı ve yönetimi eline aldığı durumlar olmuştur. Ancak bu sefer orta sınıf, üst sınıfın yerine geçer, alt sınıf için hiçbir şey fark etmez, tekrar sömürülen konumuna geri döner. Üst ve alt sınıflardan kopan guruplardan yeni bir orta sınıf oluşur. Tarih boyunca bu döngü tekrarlar, Alt sınıfın sadece patronları değişir. Esaretleri devam eder.
Bireysel esaret ise farklı bir konudur. Toplumdaki sosyal yapı ilerledikçe kişinin özgürlüğü kısıtlanır. Önce aile bireyleri olmak üzere diğer kişilerin hakları, toplumun diğer bireylerinin hakları ve özgürlüğü bizim özgürlüğümüzü kısıtlar. Jean-Jacques Rousseau medeniyetin insanoğlunun çit yapmaya başlaması sonrasında doğduğunu söyler. Tüm medeniyetler çitle çevrelenmiş esaretin ürünüdür. Beklide bireysel özgür olarak bahsedeceğimiz tek insan çıplak Âdem’dir. Havva ortaya çıkıp elmayı yedikten sonra bireysel özgürlük sona erer. Aile kuralları, ahlak kuralları, din ve hukuk bizi kısıtlar. Jean-Jacques Rousseau’nun dediği gibi etrafımızdaki çitler medeniyetin tarifi olabilir.
İnsan aklının esareti ise fiziksel özgürlük kavramından çok farklı bir konudur, ve bu yazının asıl konusunu oluşturacaktır.
Platon’un mağara alegorisi
Uzun girişi, ışığa açılan bir çeşit yeraltı mağarasında yaşayan insanları hayal et. Bu adamların çocukluklarından beri ayaklarından ve boyunlarından prangalanmış olduklarını, bu nedenle hep aynı noktada kaldıklarını, sadece önlerine bakabildiklerini, prangalar yüzünden kafalarını çeviremediklerini düşün. Arkalarında, yüksek bir yerde yanan ateşten çıkan bir ışık olsun, ateşle mahkûmlar arasında uzanan bir yol. Arka tarafta alçak bir duvar inşa edilmiş; kukla göstericilerinin, üzerinde kulakları oynattıkları, seyircilerle kendilerinin arasındaki bölme gibi bir duvar. Taşa, ağaca ve her tür malzemeye işlenmiş insan imgeleri, hayvan şekilleri ve duvarın üzerinden yükselen çeşitli araç gereci taşıyıp götüren adamalar getir gözünün önüne, bu taşıyıcıların bazıları konuşuyor, bazıları suskun. Bize benziyorlar. Söyle bana, bu adamlar ateşten gelip önlerindeki mağara duvarının üzerinde oynayan gölgeler dışından başka bir şey görürler mi sence; ister kendilerine ait bir şey olsun, ister başkalarına? Eğer konuşabilselerdi “Gelip geçen nesneleri adlandırıyoruz” diye düşünürken aslında gördükleri gölgeleri adlandırıyor olurlardı, değil mi? Mahkûmların karşılarındaki duvardan gelen bir yankı olsaydı, gelip geçenlerden biri bir ses çıkardığında, konuşanın geçen gölge olduğunu zannetmezler miydi? Demek ki bu mahkûmlar gerçekliği, bu yapay nesnelerin gölgesinden başka bir şey olmadığını zannederlerdi. Zamanın akışı içinde mahkûmlardan biri prangalarından kurtarılsa; derhal ayağa kalkmaya, kafasını etrafına çevirmeye, yürümeye ve gözlerini ışığa dikmeye zorlansa bütün bunları yapmak ona acı verir, değil mi? Işığın parlaklığından, göz kamaştırıcı lığından dolayı, evvelce gölgelerini gördüğü nesneleri seçemez. Birisi ona daha önce gördüğü şeylerin tamamen bir aldanma, bir yanılsama olduğunu ve şimdi gerçekliğe daha yakın olduğunu, daha gerçek şeylere doğru yöneldiğini, daha doğru gördüğünü söylese cevabı nasıl olurdu dersin? Ve yine birisi ona gelip geçen nesneleri işaret etse, bunların ne olduğunu söylemeye zorlasa şaşırmaz mı; daha önce gördüğü gölgelerin şimdi kendisine gösterilen şeylerden daha gerçek olduğunu düşünmez mi?
Ve ışığın kendisine bakmaya zorlansa gözlerini acıtmaz mı bu? Dönüp bakabildiği şeylere doğru kaçmaz mı, evvelce gördüklerini kendisine şimdi gösterilen nesnelerden daha açık ve kesin şeyler olduğunu düşünmez mi? Birisi bu adamı zorla mağara dışına çıkarıp sarp ve yalçın bir yüksekliğe çıkarsa ve güneş ışığına doğru sürüklese böyle sürüklenmeyi acı verici bulur. Gücenir, güneşe çıktığında gözleri güneş ışınlarıyla dolar. Ve bu yüzden bizim gerçek dediğimiz şeylerden birini bile göremez, değil mi? Sonra, sanırım yüksekteki şeyleri görebilmek için bir alıştırmaya ihtiyaç duyar. İlk önce en kolay olarak gölgeleri, sonra insanların ve diğer nesnelerin sudaki yansımalarını, suretlerini ve ardından nesnelerin kendisini ayırt eder. Bunlardan sonra gökyüzündeki görünüşleri ve gökyüzünün kendisini seyretmeye doğru yol alır; geceleri yıldızların ve ayın ışığına bakmak, gündüz güneşe ve güneş ışığına bakmaktan daha kolay olur. Sanırım, nihayet güneşin kendisine bakabilir ve onun gerçek doğasını görebilir. Güneşin sudaki yansımasıyla ya da yabancı bir yerdeki imgeleriyle değil, kendi yerinde, kendi içinde ve kendisiyle görür güneşi. Ve bu noktada şu sonuca varır; mevsimlerim oluşmasını ve yılın geçmesini sağlayan güneştir, görülebilir dünyadaki her şey üzerinde hâkim olan güneştir ve gördükleri tüm o şeylerin sebebi, bir bakıma güneştir. Öyleyse, yaşadığı ilk yeri, orada “bilgelik” sanılan şeyi ve mahkûm arkadaşlarını tekrar aklına getirdiğinde şimdi orada bulunmadığından dolayı kendini mesut sayıp diğerlerine acımaz mı sence? Orada kendi aralarında birbirlerine bahşettikleri payeler ve övgüler, gelip geçerlerken gölgeleri ayırt etmede en hızlı olana, bu gölgelerin sıralarını, önden gelenlerini, bir arada bulunanlarını en iyi akılda tutan ve böylece birinden sonra hangisinin geleceğini tahmin etmede en başarılı olan kişiye ödüller veriyor olsalar; sence bu adam, bundan sonra bu tür ödüllere itibar eder mi? Mahkûmların onurlandırıldığı bu kişileri kıskanır, onlara gıpta eder mi? Yoksa o mahkûmlar gibi düşünmek ve mağarada o hayatı yaşamaktansa Homer’le aynı şeyi hissedip bir başkasının, “bir adamın kölesi olarak” dünya üzerinde yaşamayı ve her şeye katlanmayı mı tercih eder? Ve şunu da düşün: bu kişi tekrar mağaraya gitse ve eski yerini alsa, güneş ışığından böyle aniden ayrıldığı için gözlerini karanlık kaplamaz mı? Görüşü henüz bulanıkken ve gözleri karanlığa alışmamışken alışması için gereken süre pek kısa olmayacaktır. Sürekli mahkûm kalmış arkadaşlarıyla birlikte bu gölgeleri “değerlendirmesi” istense onun söylediklerine gülünmez mi? Diğerleri, onun yukarıdaki yolculuğundan gözleri bozulmuş olarak döndüğünü, yukarı çıkmak için teşebbüs etmeye bile değmeyeceğini söylemezler mi? Kendilerini azat etmeye, yukarı çıkarmaya çalışan biri olsa gözlerini acıtan, kendilerini ışıkla kör eden, bütün hayat boyunca edinilen statülerin yalan olduğunu söyleyen bu insanı öldürmeleri mümkün olsa öldürmezler mi? Socrates bunun için öldürülmedi mi? Öyleyse aklın özgürleştirilmesi acılarla elde edilen, yıllarca bize öğretilenlerden farklı yeni bir dünya keşfetmektir. Diyelim ki insan bu acılı süreç sonrasında kendini özgürleştirdi. Diğer insanları özgürleştire bilir mi? Yoksa yaşadığı toplum onu kovar veya öldürür mü? Hangisini seçeceksiniz? Toplumun kabul ettiği, besleyip büyüttüğü, tüm imkânlarını sunduğu hatta a,b,c,d,e diye seçme imkânları sunduğu “karanlıkların özgür insanı” olmayı mı? Toplumun kovduğu, kapıları kapayıp aç bıraktığı, bazen zincire bile bağladığı hatta öldürdüğü “aydınlıkta ki köle” olmayı mı?
Dostoyevski, Ecinniler ve özgürlük
Ecinniler adlı romanında Dostoyevski söyle yazar. ”Yaşamakla yaşamamak arasında hiçbir fark kalmadığında özgürlüğüne kavuşur insan. Herkes için amaç budur. Amaç mı? O zaman kim yaşamak ister ki? Hiç kimse “dedi kararlılıkla”. Hayat acıdır; hayat korkudur ve insanoğlu mutsuzdur. Bugün yalnızca acı ve korku var. İnsanoğlu hayatı seviyor, çünkü acıyı ve korkuyu seviyor. Buna da uygun yaşıyor. Acı ve korkuya karşılık olarak verilmiştir hayat; hep aldanılan yer burası. Bugünkü insan, o insan değil daha. Ama bir gün o yeni insan gelecek: yaşamakla yaşamamak arasında hiçbir fark görmeyen mutlu gururlu, yeni insan. Acıyı ve korkuyu kim alt ederse kendi kaderini o yazacak”. Romana göre özgürlüğü kısıtlayan en önemli etken korkudur. Korku ölüm korkusu veya acı çekme korkusudur. Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi acı çekmeden özgürlük olmaz. Aklın özgürlüğünün önündeki en büyük engel acı korkusudur. Ecinnilerde şu örnek verilir. Başınızın üstünde apartman gibi koca bir kaya olsa başınızın üstüne düşünce çekeceğiniz acıdan korkarsınız. Ancak kaya düşse acı duyacak vaktiniz bile yoktur. O zaman Acı aslında korkudur sonucuna varıla bilir. O zaman özgürlük korkusu aklın özgürleştirilmesindeki en önemli engellerden biridir.
Dostoyevski, yer altından notlar ve özgürlük
Dostoyevski’nin bu romanının anti-kahramanı, aklın esareti sorununun yanıtını, yeraltı adını verdiği bir ruh ve bilinç halinden seslenerek veriyor bizlere. Kendini “hasta, huysuz, cazibesi olmayan biri” olarak tanımlıyor. Yaşamı boyunca biriktirdiği öfke, nefret ve hayal kırıklıklarıyla örülmüş, tam bir nevroz haliyle karşılıyor bizleri. Can sıkıntısıyla çekilmez hale gelen yaşamını, geçmişten bugüne öcünü alamadığı onca şeyin öfkesi ve depresyonuyla anlatıyor. ‘En yüceyi, en iyiyi” bildiğini fakat onlardan biri olmadığını itiraf ediyor. Bu nefret ve öfke dolu itirafla kendini yerden yere vururken, bizi de çekiyor yanına. Tanımadığımız, bilmediğimiz yabancı topraklarda, karanlıkta, el yordamıyla yürüyüşümüz böylece başlıyor. Yürüdükçe öfkeleniyorsunuz ona. Kimi zaman onunla eğleniyor, kimi zaman ona acıyorsunuz. Neden sonra ona kızdıkça kendinize öfke duymaya, ona acıdıkça kendinize üzülmeye başlıyorsunuz. Yeraltının dehlizlerinde sessizce ilerlerken, bilincimizin derinliklerinde inşa ettiğimiz nefret ve öfke duvarlarının farkına varıyorsunuz. Duvarlar öyle kalın ve yüksek ki, kendi zihnimizden dünyaya baktığınızda o duvarlardan başka şey görmediğinizi fark ediyorsunuz. Yıllar boyu inşa ettiğiniz o duvarların, özgürlüğümüzün önünde devasa bir engel olarak durduğunu fark ediyorsunuz. Kafalarımızın içinin özgür olmadığını, bu yüzden özgür olamayacağınızı böylece kabulleniyoruz. En çok da, isyan ettiğiniz kusurlu dünyanın mükemmel bir maketini içimizde taşıdığınıza şaşıyoruz. Dışarıda isyan ettiğimiz tüm o kuralların, yapıların, yargıların kusursuzca tasarlanmış bir maketini nöron ve sinapslarımızla, incelikle inşa etmişiz kendi içimizde. Yaşamlarımızı özgür irademizle değil, bu insan icadı mükemmel mühendislik mucizesiyle yönetiyoruz. Zihnimizin içinde tutsak olduğumuzu kabullenmek gerektiğini anlamalısıyız artık. Koşullanmaların, nefretin, öfkenin; öcü alınmamış onca olumsuz deneyimin zihnimizi doldurduğu gerçeğiyle yüzleşmeliyiz. Hatta bizi bunların yarattığını bilmeliyiz. Şu an, tam da burada, bu yaşamda, ‘zihnimizin yarattığı kişiyiz’ biz! Özgür irademiz ise uzaklarda; zihnimizin ötesinde; incelikli bir mühendislikle inşa ettiğimiz o yıkılmaz duvarların ardında. İçimizde yıllar içinde inşa ettiğimiz ülkü mabedini yıkmadan, yeni bir ülkü mabedi inşa edemeyiz. Dostoyevski,
özgür irademizin dizginlerini elimize nasıl alacağımızı bilemediğimizi bize gösteriyor. Zihnimizdeki duvarlar yüzünden, ona ulaşamıyorsunuz. Bizi bu duvarların ardına tutsak eden ne bir başkası, ne dünya, ne de kader ne de dış koşullar. Kendimizi, zihnimizin içinde kendimiz tutsak ediyoruz. Zincirlerin kırılıp duvarların yıkılması gereken yer tam olarak tam olarak kendimiz; kendi zihnimiz, kalbimiz. Nasıl yıkacağız peki zihnimizin duvarlarını, nasıl ulaşacağız özümüze? Bu kusursuz mühendislik mucizesini nasıl incelikle inşa ettiğimizi anımsayacağız önce ve her bir tuğlayı kaldırmaya başlayacağız. Duvar örmekle geçirdiğimiz ömür kadar bir ömür daha harcayacağız belki. Eksik, yalnız, hasta ve kusurlu yanlarımıza ışık tutup tuğlaların altına bakacağız. Kendi yeraltımıza bakmaya cesaret etmedikçe değişemeyeceğimiz gerçeğiyle yüzleşecek. Böylece yaşamımızın, özgür irademizin dizginlerini elimize alacağız. Yeraltımızın karanlığında korkmadan yürümeliyiz, tünelin sonundaki ışığı hiç görmeyecek olsak bile. Kendi zihninizin yarattığı kişi olmaya son verebildiğimizde ise, duvarların olmadığı, her şeyin mümkün olduğu olağanüstü güzellikte yeni bir dünya keşfedeceğiz.
Zincire vurulmuş prometheus ve özgürlük
Aiskhylos’un Prometheus'unda yalnız tanrılar rol alır. Oysa bu tragedya bütün koşulları ve sorunlarıyla insanlık dramını yansıtır. Prometheus insanın temsilcisidir, içinde çırpındığı olaylar da günümüzün deyimiyle politik diye nitelenebilecek insan toplumlarına özgü olaylardır. Ama Prometheus ne bakımdan insandır ve dramı niçin insanlığın dramı oluyor? Prometheus ateşi tanrılardan çalmış ve insanlara vermiş, tanrıların kurmuş olduğu düzene karşı geldiği için de zincire vurulmuş, çok ağır bir ceza çekmektedir. Mıhlanmış olduğu kayadan bize seslenip, eylemini, eyleminin uyandırdığı tepkiyi, kendini ve karşısındakileri eleştirip değerlendirmektedir. Prometheus iki kavram üstünde durup direniyor, değer olarak benimsediği iki kavram: Bilinç ve özgürlük. Bilinç ve özgürlük insana özgü değişmez değerler olarak her zaman ve uygar her toplumda benimsene gelmiştir. Bunları savunurken Prometheus ne yaptımsa diyor, bile bile yaptım. Eyleminin uzun bir düşünme ve tartışma sonucu bilinçli ve istemli bir eylem olduğunu ileri sürerek, bu eylemin suç olarak yorumlanmasından doğacak bütün tepkilere sonuna kadar katlanmaya hazır olduğunu bildiriyor. Bu bilinç hem bir gurur, hem bir katlanma duygusu doğuruyor içinde. Prometheus’a bilinci özgürlük sağlamaktadır. Dramın özü de bu özgürlük-kölelik sorunudur. Tanrıların hepsi düzeni benimsemiş, Zeus’un buyruklarım isteyerek ya da istemeyerek yerine getirmektedirler. Tek başkaldıran Prometheus’tur. Kavga Zeus’la Prometheus arasındadır ve bir özgürlük-kölelik kavgasıdır. Evreni yöneten, tanrıların ve insanların egemeni Zeus özgürdür, prangaya vurulmuş, ıssız ve kayalıkta sonsuzluğa dek işkencelere mahkûm, ölümsüz olduğu için canına kıyma özgürlüğünden de yoksun Prometheus köledir. Ama bakalım gerçekten de öyle mi? Sert, amansız, insafsız bir zorba gibi dünyayı keyfine göre yöneten Zeus her isteğini yüzde yüz gerçekleştirmektedir. Prometheus tragedyasında evren, Prometheus ve İo gibi Zeus’un kurbanları, Kratos, Bia, Hephaistos ile Hermes gibi Zeus’un uşakları ve Okeanos gibi Zeus’un dalkavukları ile dolmuştur. Geçmişi yendikten sonra, Zeus bugün ve yarını da yasalarının tekeline geçirmişe benzer. Oysa gerçek tam tersinedir: Gerçekte Zeus köle, Prometheus özgürdür. Bu özgürlüğü Prometheus nasıl ele geçirmiştir? Burada efsaneyi bir yana itip, kendi çağımızın egemenlik kavgalarına bakabiliriz: Yönetimi ele geçirmiş nice iktidar sahibi kişi ya da partiler vardır ki, karşılarına dikilip direnen tek tük düşünce sahiplerini susturup yok edebileceklerini sanırlar, oysa sonuç umduklarının tersine çıkar: İktidar sahipleri devrilir gider, düşünce sahipleri yener ve kalır. İnsan toplumunun bu değişmez yasasının bilincine varan Aiskhylos; Prometheus hikayesinde bunu anlatıyor. Akıl gücü kaba güçten üstündür, düşünceye gem vurulamaz, özgür düşünce tutuklanamaz, susturulamaz, alt edilemez, olaylar nasıl gelişirse gelişsin, gelecekte egemenlik kaba kuvvetin değil, özgür düşüncenindir.
Aiskhylos toplumların yönetimini bu açıdan eleştirerek, bize eşsiz değerde bir politika dersi veriyor: Akıl gücünün kaba kuvveti nasıl yendiğini adım adım izledikten sonra, akıl gücü üstüne kurulan yönetimin akla ve özgür düşünceye saygıyı elden bırakıp, ona sırt çevirince, nasıl zayıfladığını ve devrilmek tehlikesiyle karşı karşıya geldiğini gösteriyor. Zeus bütün kurbanları, uşakları, dalkavuklarına karşın bir çocuk gibi zayıf ve çaresizdir: Onu yıkımdan kurtaracak tek kişi akıl gücünün taşıyıcısı Prometheus’tur.
Tüm anlatılanlara bakıldığında özgürlük toplumsal hayattan uzak bir ideal gibi gözükmektedir. Peki, özgür olmak için pratik olarak yapabileceğimiz bir şey var mı? Epiktetos’un Enquiridion; yani Yunancadan tercüme edilir ise “El kitabı”. Özgürlüğün el kitabı olarak bize özgürlük hakkında pratik önerilerde bulunur.
Epiktetos milattan sonra 55 yılında Phrygia (Frigya)’da Hierapolis’te (Şimdiki Pamukkale yakınları) doğduğu rivayet edilen bir Yunan filozofudur. Çocukken Roma’da İmparator Neron döneminde Epaphroditos’a satılmış bir köle idi. Asıl adı bilinmediği için Yunanca “satın alınmış adam, köle, uşak anlamına gelen “Epiktetos” olarak adlandırılmıştır. Epiktetos, Roma’da felsefe okuma imkânını bulmuştur, kölelikten kurtulunca felsefe öğretmeni olarak çalışmış, 90–94 yıllarında Roma imparatoru Domitianus bütün filozofları yurdundan kovunca, Nikopolis’e gitmiş, orada Stoik felsefe ilkelerini öğretmeğe başlamıştır. Yokluk içinde yaşamış ve ölmüştür.
Epiktetos el kitabında şöyle der; “Dünyada olup biten şeylerin bir kısmı elimizdedir, bir kısmı da değildir. Elimizde olanlar düşünce, arzu, eğilim ve nefretlerimiz, yani iradi olarak eylediklerimizdir. Elimizde olmayanlar ise, mal, mülk, şöhret, mevki yani irademizin dışında olan şeylerdir. Elimizde olanlar hususunda tabiatımız gereği hürüz. Hiçbir şey bunlara engel olamaz. Elimizin erişemediği şeylerde ise zayıf ve esiriz. Karşı karşıya olduğumuz binlerce engel bizi umursamadan olagelir. Öyleyse, doğaları gereği köle olan şeyleri özgür, senin dışında olan şeyleri sana tabi sanıyorsan her adımda engellerle karşılaşacağını, bozguna uğrayacağını, kasavetleneceğini, Tanrı’dan da, insanlardan da, şikâyet edeceğini aklından ırak etme! Hâlbuki senin olanları benimser, gerisini başkalarının iradesine terk edersen kimse sana istemediğin bir şeyi yaptıramayacağı gibi, istediğin bir şeyi yapmana da engel olamayacaktır. Eğer böyle hareket edersen kimseden şikâyetçi olmaz, kimseyi suçlamaz, istemediğin bir şeyi yapmak zorunda kalmazsın. Hiç̧ kimse sana kötülük edemez, seni düşman bilemez; acıklı bir şey başına gelmez” der.
El kitabının prensiplerden bazıları özet olarak aşağıdaki gibidir.
1 ) Tüm insanların gerçek efendisi istenileni onlara veren, istenilmeyeni onların yolundan uzaklaştırandır. Demek ki hür olmak isteyen her insan ne başkalarının elinde olana yönelmeli, ne de onlardan kaçmalıdır. Bunu yapmayan kişinin köle olması zorunludur.
2) Eğer sonucu sana bağlı olmayan bir savaşa girmezsen yenilmezsin.
3) Bir kimsenin, şan ve şeref içinde yüzdüğünü, yüce bir mevkie yükseldiğini, son derece büyük bir refah içinde olduğunu görünce hayal gücünün güdümüne girip, o kimseyi bu nasibinden dolayı bahtiyar sayma. Zira gerçekleştirilmesi elimizde olan şeylerde aç gözlülüğe, gıptaya, kıskançlığa yer yoktur. Belki de sen paşa, meclis azası veya konsül olmak değil, yalnızca hür olmak istiyorsun. Bu amaca ulaşmak için yegâne yol, elimizde olmayan şeyleri aşağılamaktır.
4) Dövülebilir, sövülebilir, hakarete uğrayabilirsin. O insanların seni aşağıladıkları yolundaki kanaatin seni kızdırmakta. Fakat şunu unutma ki, eğer biri seni kızdırırsa, seni kızdıran o adam değil, senin bu konudaki kanaatindir.
5) Filozof mu olmak istiyorsun? Alay edilmeye hazırla kendini. Halk seni yuhalayacak ve: “Bir gecede filozof oldu bu adam. Böyle küstahça bakışı neden kaynaklanıyor acaba?” diyecek. Fakat bu küstahça bakış̧ sende olmasın. Sana iyi ve güzel görünen düşüncelere sımsıkı bağlan. Metin olduğun takdirde, önceleri seninle alay edenlerin zamanla sana imreneceklerini bil.
6) Şayet bir gün birine yaranmak için harici şeylere gönül bağlarsan seviyeni düşüreceğini bil. Tüm ahval ve şeriat içinde filozof olmak sana kifayet etsin. Şayet filozof olduğunu göstermek istiyorsan, bunu kendine göstermeyi yeğle. Bu sana yeter.
7) Küçük düşeceğim. Bu dünyada bir hiç̧ olarak kalacağım tarzındaki endişeler seni üzmesin. Küçük düşmek, hakir ve sefil olmak fenalık değildir. Zira başkalarının eliyle felakete uğratılamazsın. Dolayısıyla kötü durumlara da düşürülemezsin. Yüksek mevkilere geçmek veya bir eğlenceye davet edilmek senin elinde midir? Kuşkusuz hayır! Öyleyse nasıl olur da bu senin için bir küçük düşme ve şerefsizlik olabilir? Sen ancak sana tabi olan şeyle bir şeysin. Öyleyse nasıl olur da yeryüzünde bir hiç olursun? Bu işlerin senin iktidarında bulunduğunu, başkalarının değil de senin elinde olduğunu sana kim söyledi? Elinde olmayan bir şeyi başkasına kim verebilir? Eğer sahte nimetler kazanmak için hakiki nimetimi kaybetmemi istiyorsanız, teraziyi doğru tutmadığınıza, ne kadar nankör ve düşüncesiz olduğunuza dikkat edin. Neyi tercih ediyorsunuz? Parayı mı yoksa sadık bir dostu mu?
8) Gerçek şu ki; herkesin kendi işini yapması gerekir. Bu yeterlidir. Memleketine dürüst, bilge, alçak gönüllü, güvenilir bir vatandaş kazandırarak örnek bir insan olursan ona hizmet etmemiş mi olursun? Böyle yaparsan, kuşkusuz memleketine hizmet, hem de çok büyük hizmet etmiş olursun. Böylece faydan dokunmuş olur. “Öyleyse hangi seviyede bulunmam gerek” diye sual edecek olursan, sana derim ki: “Güvenilir ve alçak gönüllü kalarak elde edebileceğin bir seviyede.” Fakat hizmet edeyim derken bu faziletleri kaybedersen, hayâsız ve saygısız olursan, memleketine nasıl bir hayrın dokunabilir?
9) Bir ziyafette, bir toplantıda veya bir misafirlikte birisi senden üstün tutulursa, böyle bir şey hemcinsine nasip olduğu için sevinmelisin. Tabii bu sevinilecek bir şeyse. Yok, eğer sevinilecek bir şey değilse buna nail olmadığın için üzülme. Eğer başkaları ellerinde olmayan şeyler için çalışıp çabalıyor, sen de hiçbir şey yapmıyorsan, onlarla eşit muamele görmen olası değildir. Eğer bir şeye nail olmak istiyorsan pahasını ödemelisin. Fakat karşılığını vermeden bir şeye sahip olmak istiyorsan haksız ve tamahkârsın demektir.
10) Çocuk gibi davranma. Bugün filozof, yarın tefeci, ertesi gün hatip, sonunda da kayserin vekilharcı olma. Bu işler bir arada yürümez. Bir tek adam olman gerek. İyi ya da kötü, ama bir tek adam. Ya ruhi, ya da bedeni şeylerle uğraşmalısın. Kısacası ya manevi, ya da maddi servet peşinde koşmalısın. Yani ya bir filozofun mizacını, ya da avamdan birinin mizacını tercih etmelisin.
11) Öncelikle neyi yapmak zorunda olduğuna, özgürlüğün nerede bulunduğuna, doğanın yapmanı istediği şeyi yapıp yapmadığına dikkat et! Sen kendini bildiğin surece başkalarının seni aşağılaması ve incitmesi mümkün değildir. Sen ancak incindiğini düşündüğün anda incinirsin. Eğer bu söylenenleri akıldan ırak eylememeyi alışkanlık haline getirirsen komşundan, hemşerinden ve amirinden her daim hoşnut olursun.
12) Nasıl ki ayak, pabucun ölçüsü ise servetin ölçüsü de vücuttur. Bu kurala uyarsan doğru yoldan şaşmazsın. Bunu önemsemezsen mahvolursun. Bir uçurumda yuvarlanan insan misali hiçbir şeye tutunamazsın. Bu pabuç̧ için de böyledir. Ayağının ölçüsünübir defa aştın mı önce yaldızlı ayakkabıların, sonra erguvani kumaş ayakkabıların olur, sonunda nakışlı ayakkabı istemeye kalkışırsın. Zira ölçüyü bir defa aşan için sınır diye bir şey olmaz artık.
13) Cahiller meclisinde derin meseleler konuşulmaya başlanırsa sukutunu muhafaza et. Zira hazmedilmeyen bir şeyi iade etmede büyük bir tehlike vardır. Eğer bir gün biri çıkar da senin hiçbir şey bilmediğini iddia ederse ve sen buna öfkelenmezsen filozof olmaya başlamışsın demektir. Bilindiği üzere koyunlar ne kadar ot yediklerini çobanlarına göstermezler, fakat yediklerini hazmedip, onları süt ve yüne dönüştürürler. Sen de cahillere vecizeler döktürmekten sakın. Hazmettiklerini davranışlarınla göster.
14) İnsanlar kendilerine ya çok yüksek ya da çok alçak kıymet biçerler. Herkes kendine ne kıymet biçerse pahası odur. Bu durumda kendine ister hür, istersen köle olarak kıymet biç, Bu senin elindedir.
15) Dostum, hürriyetle delilik kesinlikle bir arada bulunmazlar. Hürriyet sadece güzel değil, aynı zamanda akla uygundur da. Başımıza gelenlerin planladığımız gibi olmasını istemek kadar budalalık ve körlük yoktur.
16) Sense her şeyin en yücesi ve en önemlisi olan bir meselede yani hürriyette hevesle fantezinin hükümran olmasını istiyorsun. Hayır, dostum, hayır! Hürriyet, olayların seyrinin senin hoşlandığın şekilde gelişmesinde değil, nasılsa öylece gelişmesindedir.
17) Hiçbir gücün, güç̧ yetiremeyeceği kişi kimdir? O, kararlarında sebatlı ve elinde olmayan herhangi bir şeyin kendisini sarıp sarmalamasına izin vermeyen kişidir.
18) Eğer gövdemi ve maddi hazları seversem, servete düşkünsem mahvolmuşumdur, bir köleyim demektir. Böylece hangi noktadan avlanacağımı, nereden vurulacağımı belli etmişim demektir.
19) Servetinin bir kısmını kaybettin. Bunu asla teselli olunmaz bir kayıp sayıyorsun. Fakat vefayı, saffeti, tevazuu elden bıraktığın vakit kendini bir şeyler kaybetmiş̧ saymıyorsun. Hâlbuki serveti kaybettiren irademizin dışında bir kuvvettir. Servete sahip olmamak ve kaybetmek utanılası bir şey değildir. İç servetimize gelince, onu ancak kendi hatamız sebebiyle kaybederiz. İç servetine sahip olmamak utanılası ve vahim bir şey olduğu gibi buna sahip olduktan sonra kaybetmek çok daha ayıp ve acıdır.
20) Fakirlikten, sürgünden, zindandan, ölümden korkma. Fakat korkudan kork!
21 ) Nasıl oluyor da cahiller münakaşalarda sizden baskın çıkıyorlar ve sizi susmaya mecbur ediyorlar? Çünkü onlar batıl prensiplerine sımsıkı bağlanmışlardır. Sizler ise prensiplerinizin gerçekliğine pamuk ipliğiyle bağlısınız. Sizin hakikatleriniz yürekten doğmuyor, dudaktan doğuyor. Cılız ve ölü oluşlarının sebebi bu. Böyle olduğu için prensipleriniz halkın kahkahasına maruz kalıyor, güneşte balmumu gibi eriyor. Öyleyse bal mumundan kanaatlere sahip olduğunuz sürece güneşten uzak durun.
22) İnsanlara boyun eğmenin yolu eşyaya boyun eğmekten geçer.
23) Arzu ve korkularını bertaraf et! Sana zulmeden kimsenin kalmadığını göreceksin.
24) Bir insanın özgür olup olmadığını anlamak için mevkiine bakma. Zira iş tersinedir. Makam yükseldikçe esirlik artar.
25) Hiçbir şeyden korkma, hiçbir şey isteme. Böyle hareket edersen, hiç kimsenin sana karşı kullanabileceği tehlikeli bir silahı olmaz, tıpkı atın ata, arının arıya karşı kullanabileceği tehlikeli bir silahı olmadığı gibi. Arzu ve korkularının seni esir etmek için kalbinde konuşlandırılmış, sanki bir kaledeymişçesine komutanları tarafından beslenen silahlı bir ordu olduğunun ayırımında değil misin? Bu orduyu kov. Kalene egemen ol! İşte o vakit özgür olacaksın.